Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerinden Laiklik, Milliyetçilik, Halkçılık üçlemesi, Cumhuriyetin temel ilkelerinin taşıyıcı kolonlarıdır. Fransız devriminden sonra Avrupa ve dünya milletlerinin önüne bir kavram, sosyolojik gerçeklik olarak çıkan milliyetçilik; ulusal sınırları, sınır güvenliği ve sınırlara saygıyı, uluslararası barışı, ekonomik ve kültürel işbirliğini, sınırlar içindeki devletin toplumsal kalkınmaya, bireyler arasındaki eşitliğin kurumsallaşmasına öncülük edebilmesinin yolunu açmıştır.
Laiklik ve halkçılık ise milliyetçiliğin içini doldurarak, sosyolojik bir gerçeklik olarak ortaya çıkmasını ve toplumun ‘Orta Direği’ olarak görev yapmasını sağlamıştır. Cumhuriyetçilik ilkesi bu üçlüyü sarmalayıp, kucaklayarak, devrimcilik ve devletçilik ilkelerinin yolunu açmıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin ilkeleri; Fransız devriminin, Sovyet devriminin ve Kuran dininin bir sentezidir. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Fransız devriminin öncülerinin eserlerini, anılarını altını çizerek okumuş; Sovyet devrim sürecini yaşamış, gözlemiş; Kuran dinini de döneminin en iyi bilenidir.
Laiklik, Milliyetçilik ve Cumhuriyetçilik ilkelerini Fransız devriminden esinlenerek; Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçilik ilkelerini de Sovyet devriminden esinlenerek oluşturmuştur. Laiklik, Diyanet işleri Başkanlığı ve Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi ulus devletin temel harcı olmuştur.
Bu ilkeler, Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık zeminine oturtulmuş; İnsan ve insanlık sevgisi, Milli Birlik ve Beraberlik, Çağdaşlaşma, Yurtta Barış Dünyada Barış, Bilimsellik ve Akılcılık ilkeleriyle güçlendirilmiştir. O nedenledir ki, bu ilkelere bütünleyici ilkeler denilmektedir.
Bu ilkeler, bir yerden alınıp alt alta Anayasaya yazılmış değildir; bir binanın temelini, duvarlarını örerken harcı, çimentosu, kumu çakılı belli oranlarda karıştırılınca nasıl bir bütün oluyorsa; bu ilkeler, yan yana ve iç içe geçirilerek ve insan unsuruyla, onun kültürü, geleneği, inancı ile bütünleştirilerek bir millet, bir ulus, bir ulus devlet inşa edilmiştir.
LAİKLİK:
Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle Laiklik, devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir.
Diğer bir tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir ki, devlet düzeninin, eğitim kurumlarının ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasını amaçlar. Ayrıca, din işlerini kişinin vicdanına bırakarak bireyin din özgürlüğünü koruyabilmesini sağlar.
Ulus devlette, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, anayasaya, yasalara ve kurallara göre yapılır. Din, kişinin özel yaşamının bir parçasıdır. Laiklik ise din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bir konuşmasında “Dünyada her şey için; medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” demiştir.
Laiklik, Cumhuriyetin diğer ilkelerinin ön koşuludur. Demokrasinin de ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü olamaz; düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasi de yoktur.
Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din devletinde halkın istekleri değil, dinsel “seçkin”lerin düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme aldığı “Medeni Bilgiler” kitabında, sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması ilkelerine bağlamaktadır. Ve dolayısıyla Laiklik, Milliyetçiliğin de ön koşuludur.
Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile yapılamaz.
Saltanatın kaldırılması (1922)
Halifeliğin kaldırılması (1924)
Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu’nun (Öğretim Birliği Yasası) çıkarılması (1924)
Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması (1925)
Medenî Kanun’un kabulü (1926)
“Devletin dini İslam’dır.” ibaresinin anayasadan çıkarılması (1928)
Atatürk İlkeleri’nin anayasaya girmesi (1937) ; Türkiye’nin Laikleşme aşamalarıdır.
MİLLİYETÇİLİK:
Mustafa Kemal Atatürk’e göre millet, geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve siyasi birlik olan insanlar topluluğudur. Atatürk’ün tanımladığı milliyetçilik; din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını vatandaşlık ve üst kimlik değerlerine dayandıran sivil milliyetçi bir yurt severlik anlayışıdır.
Atatürk, Millet tanımını “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. “şeklinde yapmıştır. Bir başka tanımlamasında ise, “Türkiye halkı, ırken veya dinen veya harsen birleşik ve yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderat ve menfaatleri ortak olan bir toplumsal heyettir” demiştir.
Anadolu kültürü/ Anadolu folklörünün binlerce yıllık ortak yaşamın ürünü olup; Türk milliyetçiliği, 19-20. yy. milliyetçiliğinden farklı olarak, ‘toprağa bağlı’ milliyetçiliktir; Misaki Milli ulusçuluğudur…
HALKÇILIK
Halkçılık ilkesi, her şeyden önce “Halkın halk tarafından halk için idaresi” anlamına gelen ilerici, batılı gerçek bir demokrasinin gerçekleşip yerleşmesi amacına yöneliktir; aynı zamanda ulusal egemenliği ön planda tutar. Devlet, vatandaşın refah ve mutluluğunu amaçlar; vatandaşlar arasında iş bölümü ve dayanışmayı öngörür; ulusun devlet hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını sağlar.
Mustafa Kemal Atatürk, halkçılık ilkesini tanımlarken, ‘’toplumda hiçbir kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır; herkes kanun önünde eşittir; hiç kimse başkalarına karşı dinsel, dilsel, ırksal veya mezhepsel açıdan üstünlük sağlayamaz’’ demiştir.
Halkçılık, Mustafa Kemal tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında da şu şekilde tanımlanmıştır: “Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz’’.
Atatürk’ün halkçılığı, 1935 CHP programında ve Atatürk’ün Medeni Bilgiler kitabında bahsedildiği üzere sınıfların ortak dayanışması üzerine kurulu solidarizmi ve toplumsal ayrımcılığın (din, dil, ırk vb.) bitirildiği egaliteryanizm/ Eşitlikçilik felsefesini savunur.
Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması; öğretim birliğinin gerçekleştirilmiş olması; her yurttaşın öğrenebileceği yeni bir Türk alfabesinin hazırlanması ve her yurttaşın devlet organları önünde eşit muamele görmesi konusunda alınan önlemler halkçılık ilkesini destekler niteliktedir.
Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Kemalist halkçılık, ‘toplumun en yoksul ve en eğitimsiz kesimini güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı sağlamak’ anlamındadır.
Tarihi süreç içinde ve özellikle Sultan Abdülaziz döneminde başta Ali Suavi olmak üzere kimi Osmanlı aydınları Rusya’daki Narodnik hareketinden etkilenerek halkın sorunlarıyla ilgilenmeye, eserlerinde, günlük yazılarında yer vermişler ve kısmen halkçılık hareketi başlamıştır. 1908 Devrimi’nden sonra halk sözcüğü, Halkçılık kavramı, iyiliksever aydın hareketi olarak düşünülmüş ise de; bu anlayış Birinci Dünya Savaşı sonrasında değişmeye başlamış ve
Osmanlı aydınları arasında, sınıf, halk katmanları, meslek gurupları gibi değerlendirmeler yapan, farklı görüşler ortaya çıkmış ve Cumhuriyet ve Sovyet Devrimiyle birlikte güncel tanımına kavuşmuş ve anlamını bulmuştur.
Dönemin düşün insanı Yusuf Akçura da görüşlerini, Milliyetçilik ve Halkçılık temeline dayandırmıştır.
Cumhuriyetin ilkelerini birbirinden koparma ya da ayırma olanağı yoktur. Bu ilkeler iç içe geçmiş ve birbirini tamamlamaktadırlar. Cumhuriyetçilik ilkesi, kanatlarını açmış; bir kanadının altına Laiklik, Milliyetçilik; Halkçılık ilkelerini; diğer kanadının altına ise Devletçilik ve Devrimcilik ilkelerini almıştır.
CUMHURİYETÇİLİK
Cumhuriyet; halk egemenliğini ifade eden ve demokrasinin uygulama şeklinin genel adıdır.
Atatürk’ün Cumhuriyeti; eşitlikçi, özgürlükçü tam demokrasinin ve sosyal hukuk devletinin özgün adıdır.
Cumhuriyetçilik ise devlet yönetiminde cumhuriyetin bulunması demektir. Arapçada halk demek olan “cumhur” kelimesinden gelir. Bu bakımdan, halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği “demos” ve “kratos”, yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir.
Atatürk, demokrasi ve cumhuriyetin birbirinden ayrı olmadığını “Demokrasinin tam ve en belirgin şekli cumhuriyettir” sözüyle ifade etmiştir.
Cumhuriyet yönetimi 1923 yılından itibaren anayasaya eklenmiş ve birinci maddesidir. Anayasanın ikinci maddesinde de cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiştir. Buna göre Türkiye, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Atatürk, tam demokrasiyi hedeflemiş ve kurmak istediği rejim hakkında; “Biz öyle bir rejim, öyle bir düzen istiyoruz ki; ileride padişah yanlıları da parti kurabilsinler”; “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare Cumhuriyettir’’ demiştir.
Birinci Dünya Savaşını izleyen dönemde Cumhuriyet düşüncesi içerik kazandı; savaştan sonra Rusya, Almanya ve Avusturya gibi imparatorluklar yerlerini cumhuriyet rejimlerine bıraktılar. 1918’de Azerbaycan ilk Müslüman cumhuriyet olarak kuruldu. Rusya’daki diğer Müslüman halklar da kendilerini cumhuriyet olarak ilan etti. Cumhuriyet fikri böylece bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yayıldı. 1789 Fransız ve 1917 Sovyet devriminin bir sentezi olan Türk devrimi, Cumhuriyet ilkesinin yapı taşlarını da bu süreçte döşedi.
Atatürk, bu günün moda deyimi ‘Zamanın Ruhu’nu iyi değerlendiren ve devrimle sonuçlandıran dünya lideridir.
DEVLETÇİLİK
Tükenmiş ve çağının dışına düşmüş Osmanlı’dan kalan Anadolu’da yeni bir devlet kurabilmek; Türk toplumunu çağdaş ve modern medeniyetler seviyesine ulaştırabilmek için gerekli olan güçlü ekonominin ancak devlet gücüyle kurulabileceği gerçeğinden hareketle Devletçilik ilkesi benimsenmiştir.
Atatürk’ün Devletçilik ilkesi, sosyalist devletçilikten farklı, kendi tanımıyla ‘Ilımlı Devletçilik’tir; özel sektöre karşı değildir; güncel deyimiyle ‘karma ekonomi’ modelidir.
Planlı, özel sektörün de önünü açan; toplumsal gelişmeyi hedef alan kendine özgü bir ekonomik modeldir.
Cumhuriyetin kurulduğu ve ilkelerinin belirlendiği günlerde, ne fabrika, ne işçi, ne okul ne öğrenci; eğitimsiz, hastalıklı, yaşlı, yıllar süren savaştan çıkmış bir millet; çağdaş, muassır medeniyet seviyesinde, tam bağımsız bir ulus devletin kurulması ancak Devletçilik’le mümkün olabilirdi.
Atatürk’ün Devletçilik ilkesini, içinde, sinema ve tiyatro salonu, kreşi, spor salonu, okulu olan ‘Sosyal Fabrikaları’ hatırlayarak anlayabiliriz.
Dünyada bir örneği yok, yeni bir devlet kuruluyor; hiçbir üretimi yok, milyonlarca lira dış borcu var; yıkılmış, yakılmış bir ülke; okul yapacak, hastane yapacak, yol yapacak, fabrika yapacak, aç açık, yoksul insanların bakımını üstlenecek bir devlet kuruluyor; sadece ekonomik devletçilik değil, sosyal devletin de temelleri atılıyor.
Atatürk’ün Devletçilik’i, sadece ekonomik değil ayni zamanda Sosyal Devletçilik’tir.
Atatürk, bir konuşmasında; Devletçilik ve Halkçılık ilkeleri arasında bağlantı kurarak; ‘’yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halkın kalkınması ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşması için 1923-1930 yılları arasında, gerekli yatırımları yapması özel girişimcilerden beklendi; ancak bu işlevi yerine getirmek için özel kişilerin yeterli parası, deneyimi ve teknolojik birikimi yoktu; ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için “Devletçilik” ilkesini benimsemek ve böylece üretim artıracak, sanayi gerçekleştirecek ve ülke içindeki serbest piyasanın toparlanmasına destek verilecektir’’, demiştir.
Atatürk, ulusal ekonomiyi sağlam temeller üzerine oturtmak amacıyla
Devletçilik ilkesini; ‘’İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamayacağı gibi toplumsal ve siyasi felaketten de yakasını kurtaramaz’’ sözleriyle temellendirmiş ve Devletçilik ilkesinin amacını “Özetle, bizim izlediğimiz devletçilik, bireysel emek ve çalışmayı esas tutmakla birlikte, mümkün olduğu kadar kısa zaman içinde milleti zenginliğe ve ülkeyi bayındırlığa ulaştırmak için milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti bizzat ilgili tutmaktır’’ diyerek açıklamaktadır.
Güncel deyimiyle ‘Somut Koşulların, Somut Tahlili’ ve ülke yararı neyi gerektiriyorsa, onu yapmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, değişik söylemlerinde ki; “Devlet bireyin yerini alamaz, fakat, bireyin gelişme ve kalkınması için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Devlet eliyle yapılacak işler, bireyin büyük kar getirmediğinden dolayı yapmayacağı işler veya milli çıkarlar için gerekli olan ekonomik işleri kapsar. Özgürlüklerin ve yurt bağımsızlığının sağlanması ve korunması ile iç işlerinin düzenlenmesi nasıl devletin görevi ise; devletin vatandaşların öğretimi, eğitimi, sağlığıyla ilgilenmek; memleketin asayiş ve savunması için yollar, demir yolları, telgrafhaneler yapmak, milletin genel servetiyle yakından ilgilenmek görevidir. Memleket yönetiminde ve savunmasında, bu saydıklarımız, toptan, tüfekten, her türlü silahtan daha önemlidir. Özel çıkarlar çoğunlukla, genel çıkarlarla tezat halinde bulunur. Bir de, özel çıkarlar, en nihayet rekabete dayanır. Oysa, yalnız bununla ekonomik düzen kurulamaz. Bu kanıda olanlar kendilerini, bir serap karşısında, aldatılmaya terk edenlerdir. Bir de, ferdin kişisel çalışmaları, ekonomik kalkınmanın esas kaynağı olarak kalmalıdır. Ferdin gelişimine mani olmamak bilhassa iktisadi sahadaki özgürlük ve teşebbüsler önünde devletin kendi faaliyeti ile bir engel yaratmaması demokrasi prensibinin önemli esasıdır” ifadeleriyle Devletçilik anlayışını anlatmıştır.
Atatürk döneminde planlı, insan odaklı ve toplumsal kalkınma hedefli bir ekonomik politika yürütülmüştür. Atatürk’ün Devletçilik ilkesini, Halkçılık’tan, Tam bağımsızlık hedefinden, Çağdaşlıktan, ülkenin içinde bulunduğu somut koşullardan bağımsız düşünmek olanaklı değildir.
Atatürk, sosyal devlet modelini de şöyle anlatmaktadır:
“Demokrasi, vatandaşa hayatını gerçekleştirmek ve her türlü bireysel ve sosyal görevlerinin yerine getirilmesi hürriyetini ve imkânını verir. Ancak, diğer taraftan, hastalar, zayıflar, sakatlar gibi hürriyetlerinden tamamen yararlanamayan bazı vatandaşlara da bir hayat sağlamak zorundadır. Bu gibi görevleri, sosyal yardım kurumu görür. Devlet tarafından hastaneler açılması ve bunlara, yerel yönetimin kararıyla bazılarının parasız olarak kabulü sosyal yardım kurumunun gördüğü hizmetlerdendir. Bundan başka, memur ve hizmetlilerin işçi ve köylülerin emekli sandıkları ve kaza ve ölüm halleri için sigorta kasaları gibi sosyal kurumlar da vardır. Birçok devletlerde, yaşlılık, işsizlik ve ölüm gibi durumlara karşı, herkes için “sosyal sigorta” uygulanmaktadır.”
Sonuç olarak Atatürk’ün Devletçilik ilkesi; birey odaklı, toplumsal kalkınmayı, halkın refah düzeyini yükseltmeyi, bireyin ve ulusun ekonomik bağımsızlığını kazanmasını hedefleyen halkçı, sosyal ve demokratik bir kavramdır.
DEVRİMCİLİK
Atatürk’ün Devrimcilik ilkesi; Türk ulusunun çağdaşlaşması yolunda yapılan Devrimlerin benimsenmesi, geliştirilmesi ve her türlü tehlikelere karşı korunmasıdır.
Bu ilke, seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren Türk milliyetçisi bir devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı vardır. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymak; ikinci yanı ise; bununla yetinmemek, yeniliklere, değişimlere açık olmak ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ancak onun açısından sorun o noktada bitmiyor; koşulların değişeceğini, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğini biliyor ve bu nedenledir ki, Atatürkçülüğün kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşı çıkıyordu. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil; düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm’in Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir “Sürekli Devrimcilik” anlayışını yansıtmaktadır.
En ilerici kurumlar bile, zaman içinde eskir; en ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi, temel felsefesi budur.
Devletçilik; yeni bir devletin köklü temeller üzerinde, tam bağımsız ve kalıcı iddialarla kurulmasının vazgeçilmez asli unsuru; Devrimcilik ise saydığımız bu ilkelerin kurucu, koruyucu gücüdür. Bu altı ilkeden birini çekin devlet yıkılır.
Onun içindir ki, bu ilkeler 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez kurallar ve kurumlar olarak yerini almıştır.
Cumhuriyetin ilkeleri, bu gün yaşayan, önemi giderek artan; ülke sınırlarını taşarak Orta doğuya rehberlik eden, çıkış yolu gösteren; somut koşulların somut tahlilini akıl ve bilimin yol göstericiliğinde gerçekleştiren bir yol haritasıdır…